Gelen bir e-postaya takılıyor gözüm beklemek üzerine yazılmış olan.Açıp açmamak konusunda önce kararsız kalıyorum, sonra gözlerimi kelimelerin büyülü bahçesinde buluyorum.Yıllar önce ezberlediğim ama uzun zamandır anmadığım bir Necip Fazıl klasiği.
''Ne hasta bekler sabahı,
Ne taze ölüyü mezar.
Ne de şeytan, bir günahı, Seni beklediğim kadar.''
Bu kadar kısa ve öz anlatılır beklemek.Ama dolu dolu, bu upuzun duygu... Okuyana, beklemenin satırlar üzerinde can bulduğunun ispatı oluyor adeta her bir dize.Hayatın, belkide insan yüreğinin geç kalmayı affetmediğini haykırıyor bize.Her çiçeğin mevsiminde güzel olduğuna inanlardanım bende.Bazı şeyler vardır ki bir kez yaşarsınız sadece ömrünüzün o anına mahsustur.Sonra biter gider anılarla.Bu yüzden, işte sırf bu yüzden inançlarımız,umutlarımız,doğrularımız,sevgilerimiz uğrunda savaşmalıyız sonuna kadar.Kazanmayı ya da kaybetmeyi zerre
düşünmeden.Çıktığım yolun sonuna varabilir miyim acaba? tereddütlerini
akıldan bile geçirmeden.Çünkü bizim işimiz bu değil.Bize düşen sadece o
yolda yürümek, yolun sonuna varmışız varmamışız ne çıkar, savaşı
kazanmışız kaybetmişiz kime ne.Hani derlerya ''Uğrunda savaşmadığın şey
senin değildir'' diye.
Şöyle bir göz gezdirmek lazım elimizdekilere,dilimizdekilere ve yüreğimizdekilere.Eğer
üçünü de birleyebilmişsek o zaman pişman olmak için bir neden yok
demektir.Çünkü biliriz ki savaşmışızdır o uğurda, korkakça geri
çekilmemişizdir hayatın karşısında. ''Ama buna rağmen olmuyor, Ya sonra!'' dediğinizi
duyar gibiyim. İnsan olarak yapmış olduğumuz eylemlerin hangisinin
sonunu bilebilmişiz ki? Sonrayı sona bırakıp elimizden geleni yapmış olmanın rahatlığını yaşamaya bırakın, bekleneninde bekleyeninde üstündekine teslim edin kendinizi.Sakın bir huzursuzluk kaplamasın içinizi.Hatırdan çıkarmamak gerek bizi bizden çok düşüneni.
...
Ve devam ediyor içinde kendinizi bulduğunuz kelimeler ince bir ipe serilir gibi ;
Beklenenin sureten gelmemiş olması aldatmasın sizi.Eğer herşeyiyle yüreğinizde ve içinizde ise gitmemiştirki. Zor olanı başarmış, sizde bulabilmişseniz yokluğunda bekleneni sahiden gerek kalmamıştır gelmesine.Çünkü artık siz siz olmaktan çıkmış o olmuşsunuzdur.Sesinizle, sözünüzle, bakışınızla, duruşunuzla... Baştan aşağı, içerden dışarı değişmişsinizdir farketmesenizde.Aynaya her bakışınızda gördüğünüz siz değilsinizdir.Demem o ki beklemek hem zehirden acı hem baldan tatlıdır.Hem derttir hem deva, hem hastalıktır hem şifa...
Bir sabah uyansam ve kaybolsam bu kentten.Ben bile bilmesem.Ruhumun limanına sığınmış kırgınlıklarımı dev dalgalara salıversem.Yol alıp gitse uzaklaşsa okyanuslara...
Usulca yol alsam ama sağlam adımlarla.Arınsam tüm kaygılarımdan.Korkularımı yağmurla yıkasam, hayallerimi masmavi gökyüzüne yazsam ve ümitlerimi toprağa atsam.Yeni bir baharda dirileseler solmamak üzere.
Bir sabah uyansam ve bilmese kimse.Son kez dönsem köşesinden sokağın.Saatlerce gelmesini beklediğim otobüs durağına uğramadan,her sabah işe giden Hacer abla ile selamlaşmadan.Hani diyorum ardına bile bakmadan...
Yanıma hiçbirşey almadan,hiçkimseyle vedalaşmadan, bir damla gözyaşı akıtmadan...
Ne annemin boynuna sarılsam, ne babama giderken el sallasam.
Dedimya bilmese kimse, ben bile.Avlusunda oturmaya doyamadığım o camiye son kez uğrasam.Biliyorum garipser bu kez güvercinler onlara yem atmayaşımı.Musalla taşı ile ilk ve son defa kucaklaşsam ve uzaklaşsam...
Kimse görmese,farketmese hani diyorum yol arkadaşım daha fazla beklemese.Teslim etsem emaneti sahibine.
Bir sabah uyansam, ama ben olmasam.Kaybolsam, bilmese kimse, ben bile...
İnsan... Ne çok şey bekler, bir varmış
birde yok olacak olan şu kısacık hayattan. Bir kere gelmiştir ne de olsa. Doya
doya gezmek, eğlenmek, yemek, içmek, sevmek, sevilmek, gülmek... ister. İnsan umut eder, bekler, mutlu olmak
ister. Umut; Kalbe atılan ve ebede açan nazlı bir çiçektir. Ha soldu ha solacak.
Dokunsan kırılacak, bıraksan kaybolacak. Beklemek; Sabrın umutla eğilmesidir secdeye.
Geceyi güne, dikeni güle, yaşı göze eklemektir. Hayatı idame etmenin özüdür
mutluluk. Dünyada keşfedilmiş onca kıta, icat edilmiş nice araç gereç vardır.
Ama gelin görünki yüzyıllardır ne bulduğumuz kıtalarda, ne de icatlar arasında
yoktu asıl aradığımız. Adına aşina kulaklarımız onla ilgili pek çok masal
dinlese de, onu arzulayan gönlümüz emeline bir türlü ulaşamadı. Mutluluk nerede diye sorarız çoğu
zaman. Hiç kapımızı çalmamıştır bizce. Peki, neden mutsuzuz? Aslında cevap
içimizde yankılanıyor ve bedenimizin sol köşesinde çarpıyor. Mutluluğun
temeline fena taşlarını oturtmuşsak nafile çabalarımız. Sonu olan bir şey
mutluluk getirmiyor. Demek temele beka yerleştirildiğinde hakiki mutluluğu
buluyor insan, elemsiz mutluluk vereni. Diyorum ki; arzularımızla örülü duvarı
aşsak da baksak kendimize. Umutlarımızı hangi beklentiler üzerine taç yapmış,
mutluluğumuzu hangi hırsıza kaptırmış, hayallerimizi hangi çıkmaz sokağa bırakmışız
ve hayata hangi manaları yüklemiş, yüreğimizi hangi taş altında defalarca ezmiş
ve kendimizi nefsimize nasıl teslim etmişiz? Ve bunlar için dönüp kimleri
suçlamışız. Oysa kuyruğunu yakalamaya çalışan bir kediden pekte farklı değiliz.
Elini geriye götürmesiyle yakalaması an meselesi iken dönerde durur o meşhur kedi.
İşte bizde suçluyu ararken böyleyiz. Aynaya baksak göreceğiz ta kendimizi... En büyük suçlu hayattır der kimileri. Hayatın
ne olduğunu biz belirleriz. Hayattan ne bekliyorsak bizim için hayat odur.
Para, mal mülk, makam mevki, şöhret... Beklentilerimizi, umutlarımızı,
hayallerimizi, sevgilerimizi kimlere, nelere hasretmişiz ki karşılığında bu
kadar üzüntü duyuyoruz. Her insan kendi acısının mimarı, bir nevi. Ellerimizle
önce acıyı inşa ediyor, sonra en büyük dilimi yiyoruz. Giydiğimiz bir giysinin bize ne kadar
yakışacağını, yiyeceğimiz hangi yemeğin bize daha çok lezzet vereceğini,
evimize hangi marka eşya alacağımızı, arabamızın hangi model olacağını,
yanımıza kimin daha çok yakışacağını düşünmekten duymadık sol yanımızda çığlık
çığlığa çarpan o sesi. Kalbimizi... Asıl isteğinin sonsuz bir muhabbet,
elemsiz lezzet, hakiki mutluluk olduğunu görmezden geldik. Bunu bize hiçbir
dünya saltanatının vermeyeceğini bilmezden geldik. Asrın hâkimi bağırıyordu oysa''
Hayatın lezzetini ve zevkini isterseniz, hayatınızı imân ile
hayatlandırınız ve ferâizle (farzlarla)
zînetlendiriniz (süsleyiniz) ve günahlardan
çekinmekle muhâfaza ediniz. Hak katında bir yudum duadan hangi ses
daha kıymetlidir, teslimiyetle secdeye eğilen baştan hangi ziynet daha
süslüdür, iftarı bekleyen bir müminden, daha sevimli olan nedir? Bugün elinizin tersiyle itin sizi size
unutturan tüm meşguliyetlerinizi. Kendinizle baş başa kalın ve dinleyin
solunuzda konuşan o sesi. Size çok şey fısıldayacak. Unutmamak gerek ''Dünya derin bir denizdir.
Hayat ise gemi, Ve herkes kendi gemisinin kaptanıdır. Rotamız belli elbet, ama
dümen bizim elimizde''...
Elmas Kılıç
Geçmişten gelirken, şimdiden geçerek geleceğe gider.
Ve tüm zamanlarda yolculuk yapar.’’
En soğuk kelime nedir diye sorulduğunda, hemen hepimizin aklına gelen sözcük aynıdır: Ölüm... Ölüm; birilerinin dünyadan geçerken, birilerinin dünyaya gelmesiydi. Nakış nakış işlenmesiydi ecel ipliğiyle ömür yakasına. Yaşama olan borcumuzu ödemekti verdiğimiz son nefesle… Hayattan alacağımızın da, hayata vereceğimizin de kalmamasıydı bir bakıma. Yahut ardımızda bıraktığımız insanları anıların arasında öğütmekti tane tane ve sabırdan örülü elekten geçirmekti… Gidenin ardından bir kürek toprak atmaktı kimi zaman, gözyaşları ile o toprağı sulamak ya da sessiz yakarışları sığdırmaktı Fatihalara, Yasinlere… İçimizdeki sessizliğin büyüyerek, yokluk duvarlarına çarpıp, etrafa saçılmasıdıydı kırık dökük. Anıların, izlerin parçalanması. Her bir parçada gidenin aranması... Ölüm; aradıklarımızı, kaybederek, vazgeçerek, can vererek bulmanın adıydı yani. Firak kuyularında vuslata ermek, fenada beka bulmaktı. Acizliğimizin, fakirliğimizin hasretlerimizin, acılarımızın sonu, sonsuzluğun ise başlangıç noktasıydı. Ölüm sonsuzluğa açılan bir pencereydi. Penceredeki manzarayı belirleyen ise insanın ta kendisiydi. Kimisi ayrılık dedi ona kimisi özlem… Kiminde Şeb-i Arustu, kiminde terhis tezkeresi. En sevdiği uğruna (Allah Cc) candan geçebilmekti. İsmail’ce [as] bir teslimiyetin yahut İbrahim’ce [as] tevekkülün adıydı ölüm. Mevlana Rumi aşık ile maşuk arasında ancak zar gibi olan bir gömleğin çıkarılması olarak anlatır onu.. Zahiren bakıldığında, soğuk, korkunç, çirkin bir idam sehpası olarak görünür gerçi…Lakin ardında nice güzellikleri saklayan bir hakikattir o. Ebu Laşey’ e göre ;’’ Ehli iman için ölüm, kulluk vazifesinin bitişi, öteki aleme giden sevdiklerimize kavuşma vesilesi, dünya zindanından cennet bahçelerine bir davettir,mesela. Nasıl, tohumun toprağa atılması, o tohumun çürüyüp dağılması gibi görünse de, aslında perde arkasında gayet muntazam bir yoğuruşla o topraktan boy vererek yeniden doğması anlamı taşır. İşte ölüm de öyle bir dönüşümü hakikatinde taşır! Hâsılı, mademki ölüm; bir yok oluş, kayboluş, bitiş değil; yeniden doğuş, diriliş, uyanış… O halde zamanın Bedii’ ne kulak vermeli ve onun dediği gibi nefsimize demeli; ‘’... Ey nefis! Başta Habibullah, bütün ahbabların kabrin öbür tarafındadır. Burada kalan bir iki tane ise, onlarda gidiyorlar. Ölümden ürküp, kabirden korkup, başını çevirme. Merdane kabre bak, dinle ne talep eder.Erkekçesine ölümün yüzüne gül; bak ne ister. Sakın gafil olup ikinci adama benzeme...’’ Şimdi, yaptıklarımızı, yaşadıklarımızı, mihenke vurma vakti. Ölüm de doğum gibi bir gerçek olduğuna göre ona hazırlanma, onu daha sık hatırlama vakti. İnsan dediğin ömrü yolda geçen bir varlıktır. Geçmişten gelir, şimdiye uğrar, geleceğe gider. Tüm zamanlarda yolculuk yapar yani. Hepimiz hayat treninin farklı vagonlarında yolculuk yapsak da aynı durakta ineceğiz. O son durakta bize eşlik eden, yol arkadaşımız olan imanımızı kavileştirenler kervanında olanlara müjdeler olsun, binler selam olsun...
Her zaman deniz kıyısında, martıların ıslığında dolaşmaz insan aslında.Bazen farklı yolculukarda yapar hayatta.Herşeyi ve herkesi bırakarak kendine, öz benliğine yol alır usulca.Kendi iç denizinin kıyısında dolaşır.Sınırlarını keşfeder.İçinde kopan fırtınaların sesini dinler.Ve hoyratça yüreğinin kıyısını döven dalgaların nasılda canını yaktığını hisseder.
Yosun tutmuş, nasırlaşmış, taş gibi kaskatı kesilmiş duygularının can çekişmelerini izler...
Yeşilin maviyle,baharın çiçekle,gündüzün geceyle, toprağın su ile buluşması gibidir insanın kendine gitmesi.Bu gidiş öyle bir gidiştir ki, ne gözyaşı akıtılır, ne bir mendil, ne de el sallanır.Hem öyle bilmez kimseciklerde, belki kendine giden bile...
Bir kayığın yelkeniyle yol almasıdır sular üstünde.Bazen karadenizin hırçın dalgaları ile boğuşursun, bazende akdenizin dingin sularındaymışçasına huzur bulursun yürek ikliminde.
Yol aldıkça kendinde, gereksiz yere ne kadar kirlettiğini farkedersin yalan yanlış duygularla benliğini, şaşırırsın.Zehir zemberek intikamlar çıkar karşına, hani bir bir tasarlayıp zamanı geldiğinde alacağın bir ambar dolu sap gibi intikamlar...Hiçbir zaman kusamadığın öfken çıkar karşına.Sabırla yudumladığın,su ile yıkadığın ama içinden atamadığın öfken.
Tüm bunların, içinde ne kadarda fazla yer tuttuğunu farkedersin.Ve tutup ucundan savurursun rüzgara doğru boşvermiş, koyvermiş ve affetmişçesine, tek tek...
Yerli yersiz içine akıttığın gözyaşlarından oluşmuş koca bir çöle rast gelirsin.Durup sorarsın kendine; Oysa yeşertmesiz gerekmez miydi ümitlerini?..Görüyorsunya kurutmuş, harab etmiş tuzlu su ile kökünden.Anlarsın ki ne gül biter ne bülbül öter burada.
Devam edersin biraz kırgınlık biraz umutla.Ve rast gelirsin, kainatın bile kuşatamadığı, uçsuz bucaksız, nihayetsiz bir muhabbet menbaına.Gezinirsin etrafında ama; ne çalacak bir kapı, ne açacak bir tokmak bulursun onda.Duraklarsın bir anda.Anlarsın ki; kolayca girilmez bu makama.Aşk ile sevda ile yana yana, ağlaya ağlaya, susaya susaya girilir bir tek buraya.
Kays'ı çöle düşüren, Leyla'yı bir mum gibi eriten, Ferhat' a dağları deldiren, Fatma (ra)'ya Ali (ra)'yi sevdiren Aşık (kul)' ı Maşuk (cc)' a götüren tüm yollar burdan geçer.
İşte bundandır insanın 'Ne ararsan kendinde ara' demesi.
Kendine giden anlar ki; Gitmek istediklerine giden tüm yollar kendinden geçer.
Özünü gören bilir ki; Hem kimsesidir kendinin, hemde kimsesizliği.
Yüreğini dinleyen duyar ki; Yalandır suretler ve hazinelerin saklı olduğu yerdir siretler.
Ve öğrenmiştir kendine giden adam o büyük zatın dediğini 'Kendini insan gibi bilip okumayı'.Doğarkende, yaşarkende, ölürkende yapayalnız olduğunu.Şu dünya hayatının yalnızca bir gölgelikten ibaret olduğunu...
İzledin mi hiç yağmurun yağışını aldırmadan ıslanmaya
Her bir damlanın hızlı adımlarla kavuşmasını toprağa
Toğrağın hasretle beklemesi ve bütünleşmesi o bir damlayla
Çiçeğin boyun bükmesi ve utanması suretinden menekşelerin
Bir çocuğun gözlerine baktın mı saf ve temiz,
Gördün mü içindeki güzelliği, tuttu mu ellerin umut dallarından
Sıvazladın mı başını, öptün mü yanağını?
Tebessüm etti mi yüreğin, en derinden yüzüne?
Güneşin doğması için bekledin mi sabahları,
O ilk ışıkları hissetin mi narin teninde...
Dinledin mi kuşlar sevdasını anlatırken güllere
Çektin mi o tertemiz havayı ciğerinin ta içine?
Bir mumun sessiz alevlerinde eridimi bakışların
İnandığın dava uğruna aydınlattın mı karanlığı, yakarak benliğini.
Hiç korkmadan atıldın mı cesurca haksızlığa...
Ve tuttu mu ellerin düşerken bir eli cehalet kuyusuna?
Olmayacak dualara amin dedi mi yüreğin can-ı gönülden.
Sevdin mi hiç vuslatına eremeyeceğin bir Sevgili (sav) yi
Çevirdin mi gözlerini O ndan gayrısından.
Sakladın mı son nefese kadar ellerini ...
Gönül toprağına ektiğin sevda tohumlarını yeşertmek için,
Ağladığın geceler oldu mu çaresizce?
Kapadın mı gözlerini sadece O(sav)nu görmek için geceye
Yandı mı yürğin bu sevdayla dilsiz bir sabırla?
Arınmak için açtın mı avuçlarını günahlarından,
Gömdün mü alnını secdelerin en derin kuytusuna.
Vurdu mu yüreğine rahmet denizinin af yağmurları .
Yandı mı dilin tevbe nidalarıyla yüselirken göğe haykırışların?
Sana gençliğin alevleri arasından sesleniyorum. Öyle bir yangın ki alevleri göklere yükseliyor. Sermayesi gençlik… Yanıyor, yandırıyor Üstadım…
Bir ses duyuyorum alevler içinden’’En gür seda İslam’ındır’’ diyen bir ses…
Ve bir yürek Üstadım hizmeti imaniye ve kur’ aniye için atan bir yürek!
Adanmış bir ruh, nefsini Hakk’a satmış bir can…
Yediği birkaç lokma taam içtiği biraz su…
Ekmeksiz yaşarım hürriyetsiz yaşayamam diyen, başı Haktan gayrisine eğilmeyen bir dava adamı bir hür adam…
Yüzünde buruk bir hüzün iman kurtarma davasında, elinde bir nur yangın söndürme telaşında…
Yılmadan, yorulmadan, durmadan koşuyor yurdun dört bir yanında. Sonra her nedense kör olası gözler takılıyor o gayretli koşturmana. Durmuyorsun ‘’Bu zamanda en büyük ihsan vazife imanı kurtarmaktır’’ diyorsun.
Sonra sürgün ediliyorsun dağların ardına. Ölür diyorlar, ihtiyar diyorlar, ekmek su yok diyorlar. Ama onlar bilmiyorlar seni yaşatanı…
Sen durmuyorsun nurları neşrediyorsun, Ceylanların, Zübeyirlerin, Hüsrevlerin, Sadıkların geliyor sonra…
Zindanlara atılıyorsun, türlü işkenceler açlık susuzluk ve soğuk… Hayır, hayır gene olmuyor Üstadım başaramıyorlar seni yıldırmayı, kutlu davandan vazgeçirmiyorsun bir an.
Hani kaymakam sürgün etmişti seni de, namaz vakti geldiğinde jandarmalar kolundaki kelepçeleri açmamışlardı. Sende bir şey dememiş ellerini kaldırmıştın da ‘Bismillahirrahmanirrahim’ demiştin ve kelepçeler kuru toprak üzerine yıldırım gibi düşmüştü, O gafil bakışlara saplanmıştı bıçak gibi.
Buda yetmedi Üstadım zehirlediler seni hem de kaç kere kaç gece… Ama onlar bilmiyorlar ki asıl zehir imansız yüreklerde, Allah’ ı tanımayan nefsi emmarede, secdeye eğilmeyen tende. Hakkımı helal ediyorum diyordun şikâyet etmiyordun ‘İnsan zulüm eder, kader adalet diyordun.
Hiçbir şey yolundan çevirmiyordu seni. Her şeyinle Allah diyordun, Muhammed (sav) diyordun, Kuran diyordun, hizmet diyordun. Ve bizi görmeden seviyordun.
‘Bu biçareler kendilerini, bu mıknatıs gibi cezbedici fitnenin ateşinden kurtaramazlar diyordun’,Bize acıyor, şefkat ediyordun.
Sana Bediüüzaman diyorlardı, Sahibüzzaman, Fahrüddeveran, Fatinülasır…
Üstadım;
Bende sana sesleniyorum diyar-ı gurbetten. Senin gibi diyorum: garibem, bikesem, zaifem, acizem, yok sermayem biçareyem.
Alaka-i kalbe değmeyen duvarlarla örülü nefsim yıkmak istiyorum Üstadım benliğimden sıyrılmak yok olmak hiçlikte, Bir’ İ(cc) bulmak…
Günah dolu avuçlarımı göğe doğru yükseltirken gözlerimden yaşlar akıyor Üstadım, ağlıyorum…
Onlarda senin gibi pek çok zorluğa göğüs germediler mi, Allah dedikleri için mahkemelerde yargılanmadılar mı, zindanlara atılmadılar mı? Yinede yollarından dönmediler şaşmadılar şaşırtmadılar. Kırık lisanım yeter mi bunları anlatmaya, sen biliyorsun ya üstadım vasfı-ı hale ne hacet!
Yaralı yüreklere iman merhemini süren, bizi bizden çok düşünen, İmansızlık perdesini yırtıp tevhid perdesini takan Aziz Üstadım, Efendim, benimkisi emeklemek bu yolda dizlerimi sürüye sürüye. Firakta kalan yüreğim ermeyecek olsa dahi vuslata Efendim, bende senin açtığın bu yolda öleceğim. Allah biliyor ya Üstadım, biz kalplerimizle bağlandık bu yola ruhlarımızla sarıldık davaya nur bayrağı hiç düşmeyecek toprağa…
Şimdi zeminde çiçek açtı Üstadım ektiğin nur tohumları yeşerdi. Cennet asa bir baharda çiçek açtı Aliler, Saidler, Mustafalar, Ahmetler, Hüsrevler, Zeynepler, Aişeler, Fatımalar, Haticeler, Kübralar ve daha nice çiçekler…
Hepsinin dilinde tek söz ‘Allah nurunu tamamlayacak, en gür seda İslam’ın olacak’..Yol oldukça yolcuda olacak.
Bizler seni çok seviyoruz Üstadım. Bir fener gibi önümüzü aydınlatan nurlarını kalbimizden dilimizden düşürmüyoruz.
Ne çok şey var sana anlatamadığım, dedim ya kırık lisanım. Sen affet Üstadım; vefasızlığımı, sadakatsizliğimi...
Avuçlarını açtığında talebe olarak gördüğün bir nur hadimi olabilmek duası ile mektubuma son veriyorum Üstadım, Efendim…
Allah’ in rahmeti ve selamı Efendimizin âlinin ve güzide ashabının ezvac-ı tahiratın âlimlerin şehitlerin ve tüm İslam âleminin üzerine olsun.(Âmin)
Bulutların üstünden
bıraktım ben kendimi
sonunu düşünmeden
duygular sarınca beni
gizlice tuttum elini
yüzüne baktım usulca
gözlerin fısıldadı ahh..
mutluluğu yavaşça
çiçeklerin kokusu
dalgaların şarkısı
rüzgarın fısıltısı
bir sana bir de bana
bahçede hanımeli
gökyüzünde yıldızlar
yağmurun narin sesi
şimdi bir anlamı var
aşk nasıl da kırılgan
sus dedim ama olmadı
kalbimden ismin geçti ah
kimseler duymadı
çiçeklerin kokusu
dalgaların şarkısı
rüzgarın fısıltısı
Aşkı aldatan bir şehrin sancısındayım
Denizinde bir terkediş bir hüzün
Maviye nasıl kıydıysa yüreğin nasıl kıydıysa
Yapma ne olur
topla kendini şehr-i İstanbul
Vururum seni İstanbul
Vururum boynundaki gerdanlıktan
Vururum seni en sarı sonbaharından
Topla kendini